31 Ağustos 2013 Cumartesi

Sabit Fikir 30


Dergi
SabitFikir Sayı: 30
Kolektif
Sabit Fikir Dergisi / Periyodik Yayınlar

Etiket Fiyatı    : 3,00 TL (KDV Dahil)
idefix Fiyatı    :3,00 TL (KDV Dahil)

Sabitfikir.com'un matbu versiyonu olan SabitFikir dergisinin ağustos sayısı çıktı. Bu sayının dosya konusu, ülkemizde LGBT-edebiyat ilişkisiyle ilgili: "Gökkuşağı Altındaki Edebiyat".

"Türkiye'de 12 Eylül darbesiyle homofobi yeniden canlandı; erkek eşcinseller, travesti ve transseksüeller aşağılayıcı sıfatlar ve alçaltıcı muamelelerle sürgün edildi. Böylece, bugün hala sık sık tanıklık ettiğimiz nefret cinayetlerinin tohumları atılmış oldu. Ama bir yandan da darbenin ardından gelen neoliberal politikalar sayesinde bireyin tüketici sıfatıyla da olsa öne çıkması, bastırılmış cinsel kimliklerin ifade edilmesine olanak sağladı. Ten, haz ve seks keşfedildi, cinsel eğilimler sınıflandırıldı, cinsellik ilk kez üzerinde bu kadar çok konuşulan ve tüketilen bir alan haline geldi. Demir Özlü, Ferit Edgü, Selim İleri, Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu, Leylâ Erbil gibi yazarlar eserlerinde eşcinsel temalara yer verirken; Attilâ İlhan'ın Fena Halde Leman (1980) ve Haco Hanım Vay (1984) romanlarında lezbiyenlik cinsel şiddet, sadizm, pedofili, travestilik gibi klişe kavramlarla harmanlanarak ele alınmıştır."

Hande Öğüt, "Eşcinsel Edebiyattan LGBT Edebiyatına" başlıklı bu kapak yazısında, bir yandan LGBT hareketin tarihçesini gözler önüne sererken bir yandan da LGBT bireylerin edebiyattaki yansımalarını mercek altına alıyor. Öğüt'e göre, "gerçekte XIX. yüzyılda eşcinsellik" olarak kurulan kategori, tarihin hiçbir döneminde tekil, yekpare bir grubu tanımlamamıştır. Hatta evrensel bir gey, lezbiyen, trans kimliği değil, sınıfsal, kültürel, etnik, tarihsel farklılıklar mevcuttur." Lezbiyen karakterlerin, hemen tüm kurmacalarda iki tip olarak belirdiğini söylüyor Öğüt: "Hastalıklı lezbiyen ve kurban lezbiyen. Bu tasavvura göre hastalıklı olan erkeksi kadın, kurban ise yanlış bedene hapsolan kadındır."

Hande Öğüt dergimizin 30. sayısının kapak konusu olan bu yazısında, eşcinsellikle bağlantılı olarak tartışılan edebiyatın, büyük ölçüde, kendilerini "gey" olarak tanımlayan yazarlar tarafından yazılmadığını da iddia ediyor.

"Normal algısı, doğan görünümlü şahin gibi"

Hasan Cömert'in Aksu Bora ile yaptığı söyleşi de "homofobi" kavramı üzerinde odaklanıyor. Bora, Bir İstanbul Masalı isimli dizideki eşcinsel karakterden giriyor, toplumun "normal" algısından geçiyor, bugünkü LGBT bireyler için şansın biraz daha arttığı iddiasından çıkıyor: "Tabii, bazı "işler" iyileşiyor. Yirmi yıl önce gazetelerde "g.tveren" gibi tabirler rahatlıkla kullanılabiliyordu; bugün "marjinal" filan türünden kibar ifadeler kullanmaları gerekiyor!"

Sinan Yusufoğlu ise dosya konusunu tamamlayan yazısında hem Türkiye hem de dünya sineması ekseninde edebiyattan beslenen LGBT filmlerine bir bakış atıyor.

Yusufoğlu, "Heteroseksist ve ataerkil bir dilin içine sıkıştırılan LGBT bireyler, toplumsal alanda olduğu gibi sinema/televizyon dünyasında da yok sayılıyorlar," dediği bu yazısında, Perihan Mağden'den Kemal Tahir'e, E.M. Forster'dan Jean Genet'ye kadar uzanan bir yolculuğa çıkarıyor bizi.

SabitFikir orta sayfalarının vazgeçilmezi halini alan Kararsız Okur infografiği de kapak konusunu destekliyor. Kuramdan kurmacaya LGBT temalı kitap önerilerini keşfetmek için okları izleyin! Kararsız Okur'u her zamanki gibi Aysu Önen hazırladı ve Sedat Girgin resimledi.

"Portreler" ve güvenilir kitap eleştirileri için

SabitFikir, yakın bir zaman önce kaybettiğimiz Leylâ Erbil'i Oylum Yılmaz'ın yazısıyla anıyor. Lakin, Yılmaz'ın yazısına portre demek imkansız. Oylum Yılmaz, "Portresiz" başlığını kullandığı bu yazıda alışılagelmiş bir portreye girişip Erbil'in ardından duygusal laflar sıralamakla yetinmiyor, Erbil'in direnişçi ruhuna selam veriyor: "Leylâ Erbil, edebiyatımızın devleşen bilinçlerinden biri. Edebiyatta bilinç, ölümle solmaz ne mutlu ki."

Sevin Okyay da yazısında, Gölge Oyunu isimli kitap vesilesiyle, geçen yıl aramızdan ayrılan Ray Bradbury'ye selam çakıyor.

Ceyhan Usanmaz'ın Gölgede Kalanlar sayfalarında ise bu ay Roald Dahl ve onun çocuk kitaplarına göre daha az bilinen "yetişkin hikayeleri" var.

Aysu Önen iki erken dönem novellasından yola çıkarakThomas Bernhard'ı ele alırken, Melisa Kesmez de Ercan Kesal'ın, kendi hatıralarından derlediği hikayelerindeki izini sürüyor.

Algan Sezgintüredi, Ursula K. Le Guin, Stone Arabia, Jeremy Dyson, George Orwell, Celil Oker ve Celal Güngördü'nün eserlerini güvenilir eleştirmenler A. Ömer Türkeş, küçük İskender, Yankı Enki, Hayati Roman, Nazan Maksudyan, Oylum Yılmaz ve Selçuk uygur yorumluyor.

Kelebek Etkisi'nde Elif Tanrıyar "edebiyatın en fettan, en seksi, en tehlikeli kadınları"nı ele alırken, Mert Tanaydın da Dünyadan sayfalarında bu yılki IMPAC ödülünü değerlendiriyor. Fikri Sabit ise Yayınılar Birliği'nin Gezi Parkı ile ilgili yaptığı açıklama ve sonrasındaki gelişmeleri hatırlatıyor.

Devin Özgür Çınar'ın, Keşfet bölümünde SabitFikir okurlarına kendi el yazısı ile önerdiği kitap ise Bitirgen.

SabitFikir'in kapak illüstrasyonu Selçuk Ören'e ait. Ancak çizimler bununla sınırlı değil, iç sayfalarda "özellikle dosya sayfalarında" dikkatli gözler, çok sayıda genç çizerle de karşılaşıyor.

SabitFikir'i nereden bulacağız?

Yayın yönetmenliğini Elif Bereketli'nin yaptığı SabitFikir, Idefix paketleriyle ücretsiz. SabitFikir'in içeriğini ve daha fazlasınıwww.sabitfikir.com adresinde bulmak mümkün.

İşte dosya yazısından bir tadımlık:

İktidar ilişkilerinin ortaya çıktığı noktada, biliyoruz ki, direniş olanakları da belirir. Eşcinselliğin sabit tarihini kırılmaya uğratan da, işte bu direniş olanaklarının lezbiyen, gey, biseksüel, trans bireylerinin elinde (LGBT) cinsiyetçi ve homofobik iktidara karşı eyleme dönüşmesi olmuştur. Zaten, XIX. yüzyılda "eşcinsellik" olarak kurulan kategori, tarihin hiçbir döneminde tekil, yekpare bir grubu tanımlamamıştı; evrensel bir gey, lezbiyen, trans kimliği değil, sınıfsal, kültürel, etnik, tarihsel farklılıklar mevcuttu.

"Direniş olanaklarının eyleme dönüşmesi" derken bahsettiğimiz kuşkusuz ki, bu farklılıkların görünür hale gelerek kimlik politikalarının oluşmaya başlamasının tarihi olan Stonewall İsyanı, yani LGBT hareketin politik miladı. LGBT bireylerin 1969'da New York'ta buluştukları barlara düzenlenen polis baskınlarına karşı gösterdikleri fiziksel direniş olan Stonewall İsyanı sonrası "eşcinseller", "gey" haline gelmiştir. "Eşcinseller polis vahşiliğine razı olmuşlardı; geyler onunla savaştılar," diyen Margaret Cruikshank eşcinsellerin hasta ve günahkar oldukları düşüncesini reddedip heteroseksüellerle eşitliği talep ettikleri, ayrımcılığı protesto etmek için bir araya geldikleri ve yığınlar halinde açığa çıktıkları zaman gey haline geldiklerini belirtir.

Cinsiyet çeşitliliğini, ortak bir tarihyazımında değerlendirmek/sabitlemek mümkün değil. Dinamiklerini ve bağlamını kaçınılmaz olarak tarihin belirlediği, eşcinsellikle bağlantılı olarak tartışılan edebiyat büyük ölçüde kendilerini "gey" olarak tanımlayan yazarlar tarafından yazılmamıştır. Normdışı cinselliklere yer veren kimi romanlar negatif klişeleri üretir, kimi olumlayıcı temsiller geliştirir. Ancak eşcinselliğin "yasa dışı" olduğu dönemde oluşan ihlalci edebiyat ile gey ve lezbiyen kimliklerin meşrulaştığı dönemin edebiyatı aynı değildir, tek yönlü bir eleştirel bakışla değerlendirilemezler. Çünkü eşcinsel hareketi tarihsellikten, sınıfsallıktan ve ırksal farklılıklardan yoksun değildir. Hareketi kabaca üç döneme ayırmak mümkün: 1890'lardan II. Dünya Savaşı'na kadar, eşcinselliğin azad edildiği, hoşgörüldüğü dönem; savaş sonrasından 1969'daki Stonewall Ayaklanması'na kadar eşcinselliği destekleyen hareket ve LGBT özgürlük hareketi.

İlk dönemde Oscar Wilde davası, homoseksüelliğin açığa çıkarılmasında bir ilki teşkil etmekteydi. XIX. yüzyılda Batı'da erkek eşcinselliği ve sodomi kanun dışı sayılır, kimi kez ölümle cezalandırılırken, kadın eşcinselliğine göz yumuluyordu; kadınlar aralarında cinsellik olmadan ve erkek rollerine öykünüp erkek gibi dolaşmadıkları takdirde âşık olabilir, birlikte yaşayabilirlerdi. Elbette ki bu ayrıcalıktan varlıklı üst sınıflar yararlanabiliyordu. Bu dönemde bohem bir eşcinsel edebiyatı oluşmaya başlamıştı. İngiltere'de 1905'te kurulan ve 1920'lere kadar sözü geçen Bloomsbury Topluluğu, eşcinselliği çevreleyen sessizliği kendi aralarında gerçekleştirdikleri sohbetler, mektuplaşmalar, ev partileriyle bozuyordu. Virginia Woolf, E.M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton Strachey gibi yazar ve şairlerin üyesi olduğu bu topluluk, eşcinselliğin politik anlamda özgürleşmesine yönelik sanat ve edebiyat yoluyla zemin hazırlamaktaydı.

Dünya edebiyatına unutulmaz eserler kazandıran Louis Aragon, Jean Cocteau, James Baldwin, Truman Capote, D.H. Lawrence, Federico García Lorca, André Gide, Jean Genet, Klaus Mann, Thomas Mann, Marcel Proust, Walt Whitman, Tennessee Williams gibi yazar ve şairler de gey kimliği öne çıkaran eserleriyle bir eşcinsel erkek edebiyatı kanonunun oluşmaya başlamasını sağladılar. 1920 ve 1930'larda New York, Chicago, Paris gibi büyük şehirlerin ev sahipliği yaptığı lezbiyen barlardan da bohem bir altkültür ve lezbiyen edebiyatı çıkmaya başladı. Colette, Djuna Barnes, Anais Nin lezbiyen edebiyatın erken örneklerini verdiler. Radclyffe Hall'ın heteroseksüel bir kadına aşık, doğuştan erkeksi bir üst sınıf lezbiyeni anlattığı 1928 tarihli romanı The Well of Loneliness (Yalnızlık Kuyusu) ise 60'ların sonlarına kadar "lezbiyenlerin incili" olarak kabul görecekti. Aynı yıl yayımlanan Virginia Woolf'un hayatının aşkı Vita Sackville-West'in kurgusal biyografisi olan Orlando, Woolf'un edebiyatını belirleyen klasiklerden biri haline geldi. Yine dönemin şairleri Renée Vivien ve Natalie Clifford Barney, Sappho'yu yücelten şiirler yazdılar, lezbiyen bir şiir akımı yaratmayı amaçladılar. Beraber açtıkları "Dostluk Tapınağı" adlı salon, lezbiyen kültürün oluşmasında önemli rol oynadı.
Türkçe
64 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 21 x 29 cm
İstanbul, 2013, 1. Basım
ISBN : 2880000107484
Genel Yayın Yönetmeni : Elif Bereketli



Tanıtılan kitaplar, yazarlar, konular (seçki)

İnceleme/Tanıtım

Gökkuşağı Altındaki Edebiyat
The Cuckoo's Calling, Robert Galbraith (JK Rowling)
Kızıl Ölümün Maskesi, Edgar Allan Poe
Hiç Olmamış Gibi Yapalım & Blog Dünyasının Yıldızı Tuhaf Hayatını Anlatıyor..., Jenny Lawson
Edebiyat Ölmelidir!, Enver Aysever
Nasıl Yazar Olunur?, Enver Aysever
Anma: Leylâ Erbil
Bohane Kenti, Kevin Barry
Katilin Şahidi, Algan Sezgintüredi
Amras - Watten, Thomas Bernhard
Peri Gazozu, Ercan Kesal
Malafrena, Ursula K. Le Guin
Tamirci, Bernard Malamud
Benden Bu Kadar, Roald Dahl
Gölge Oyunu & Ray Bradbury Anısına Yepyeni Öyküler, Mort Castle,Sam Weller
Edebiyatın fettan kadınları: Metresler
Stone Arabia & Bir Rock'n Roll Romanı, Dana Spiotta
Tekinsiz Kitap, Jeremy Dyson
Kitaplar ve Sigaralar, George Orwell
Ateş Etme İstanbul, Celil Oker
Pas, Celal Güngördü

Yeniler

Reklamlar

Gümüş Kuğu, Benjamin Black
Acımasız, Karin Slaughter
Kuzin Bette, Honore de Balzac
İki Kız Kardeş, Edith Wharton
Anansi Çocukları, Neil Gaiman
Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
Kar, Orhan Pamuk
İstanbul & Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk
Öteki Renkler & Seçme Yazılar ve Bir Hikaye, Orhan Pamuk
Robert Capa'yı Beklerken, Susana Fortes
Bitirgen, Figen Şakacı
Harputlu Azize, Memduh Bayraktaroğlu
Türkiye'de Çin'i Düşünmek & Ekonomik, Siyasi ve Kültürel İlişkilere Yeni Yaklaşımlar, Selçuk Esenbel,İsenbige Togan,Altay Atlı
Gündelik Hayatın Eleştirisi II & Gündelik Hayat Sosyolojisinin Temelleri, Henri Lefebvre

Kitap özetleri

Gümüş Kuğu, Benjamin Black
Dublin'in seçkinler dünyasına uzanan karanlık bir şebekenin üzerindeki örtüyü kaldırmasının üzerinden henüz kısa bir zaman geçmişken, Patalog Dr. Quirke kendini genç bir kadının intiharını araştırırken bulur. Bir önceki fırtınanın yol açtığı hasarları atlatmaya çalışırken şantaj, uyuşturucu bağımlılığı, cinsel tutkularla örülü bir entrikanın ortasında kalan Quirke, bu kez ailesini bu işin dışında tutmayı başarabilecek mi? Booker Ödüllü İrlandalı yazar John Banville'in takma adla yazdığı polisiye/gerilim serisinin ikinci kitabı Gümüş Kuğu özellikle dili ve karakter zenginliğiyle göze çarpıyor.


Acımasız, Karin Slaughter
"Slaughter'ın romanları gerçek gibi. Büyük bir özgüvenle, titizlikle ve tutkuyla yazıyor." Washington Post
"Slaughter, en büyük bombalarını kitabın başında patlatacak cesarete sahip, en dikkatli okurlarını bile şaşırtıyor." Kirkus Reviews
"Sırları ve dolambaçlarıyla incelikli bir örümcek ağı." Los Angeles Times
Acımasız, trafik kazası geçiren bir genç kadının Atlanta'daki bir hastanenin acil servisine getirilmesiyle başlar. Ancak Dr. Sara Linton genç kadının yaralarının sadece kazadan kaynaklanmadığını, öncesinde işkence görmüş olduğunu anlar. Özel ajan Will Trent ve ortağı Faith Mitchell ile birlikte doktor da kendini bu soruşturmanın içinde bulur ve kadının geçmişini araştırır. Soruşturma ilerledikçe karşılarında acımasız bir katil olduğunu anlayacak, olay yerinde, onun yeraltındaki işkence odasına ulaşacaklardır. Katil işbaşındadır, bulunan genç kadın onun ne ilk ne de son kurbanıdır, katil tutuklanmazsa yeni bir cinayetle karşılaşacakları bellidir. Usta polisiyeci Karin Slaughter katili ve kurbanlarını olduğu kadar onların peşindeki üç kişinin sırlarının üzerindeki örtüleri de birer birer kaldırırken güçlü ve dokunaklı, karmaşık ve unutulmaz, soluk soluğa okunacak bir gerilim romanı yaratmış. Genç kuşağın en sevilen polisiye yazarlarından olan Karin Slaughter'ın kitapları dünya çapında 32 dile çevrildi, 30 milyon okura ulaştı. Acımasız, tıpkı Paramparça gibi İngiltere ve Hollanda'da çok satanlar listesine bir numaradan girdi ve haftalarca kaldı.


Kuzin Bette, Honore de Balzac
Balzac'ın ölümünden önce yazdığı son büyük romanı olarak kabul edilen Kuzin Bette, intikam, tutku, zaaf ve erdem üzerine klasik bir yapıt. Mutlu bir aile yaşantısı kuran akrabalarına duyduğu kıskançlığın pençesindeki Kuzin Bette, çapkın eniştesinin göz koyduğu güzel ve şuh Valerie'yle baş başa verip entrikalar düzenler ve geniş ailesinin çöküşünü planlar. Paranın tek amaç haline geldiği devrim sonrası Fransız burjuva toplumunda, konfor ve statü için aşkı kullanan kadınların ve kudretlerini kadınları elde etmek için sonuna kadar harcayan erkeklerin iç dünyalarını ince ayrıntılarıyla işleyen Balzac, günümüzün pembe dizi senaryolarında tekrarlanmaya devam eden aşk entrikalarını da edebiyata kazandırmıştır. Kuzin Bette, gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı olan Balzac'ın 12 ciltlik İnsanlık Komedisi'nin en önemli öğelerinden biridir.
"Balzac'ın eseri Kuzin Bette, deneysel romanın ilk örneklerinden olmasına rağmen gerek insan ilişkileri gerekse 19.yy başı Fransız toplumundaki değişimler üzerine kuvvetli gözlemler içermektedir." Emile Zola.


İki Kız Kardeş, Edith Wharton
İki Kız Kardeş'te, Amerikan edebiyatının klasikleşmiş yazarlarından Edith Wharton, 20. yüzyıl başlarındaki Amerika'nın yoksul çevrelerine bir pencere açıyor. Ann Eliza ve Evelina Bunner, mütevazı dükkânlarında çalışarak hayata tutunmaya çalışan iki kardeştir. Birbirinin aynı renksiz geçen günleri, satın aldıkları bir saatle birlikte bambaşka bir yöne çevrilir. Alman göçmeni olan saat ustası Ramy, iki kardeşin hayatlarının altüst edecek, kaçınılmaz ve trajik bir sonun temellerini atacaktır. Amerika'nın kent yaşamının ve toplum düzeninin fon oluşturduğu bu küçük roman, başkahramanları dışında çizdiği yan karakterlerle de klasik edebiyatın önemli örneklerinden biri sayılıyor. Wharton, İki Kız Kardeş'te fedakâr davranışın ironik bir şekilde trajediyle sonuçlanmasını işlemiştir. Edith Wharton bir zamanlar, "Hayat, soyut ilkelerle ilgili değildir ancak kader, eski geleneklere, eski inançlara, eski trajedilere ve eski hatalara verdiğimiz tavizler ve zavallı uzlaşmaların birbirinin arkasından gelmesidir," diye yazmıştı.


Hiç Olmamış Gibi Yapalım & Blog Dünyasının Yıldızı Tuhaf Hayatını Anlatıyor..., Jenny Lawson
Bu kitap şaşırtıcı bir keşifle ilgili; korkutucu biçimde insani anların –sanki hiç olmamışlar gibi yapmayı tercih ettiğimiz anların– aslında bizi bugün olduğumuz kişiye dönüştüren anlar olduklarının keşfi. Hayatımın en iyi hikâyelerini bu kitaba sakladım." Forbes dergisinin "kadınlara yönelik en iyi 100 internet sitesi" listesinde yer alan bloggess.com ile dünya çapında üne kavuşan çılgın, ironik, komik ve samimi blog yazarı Jenny Lawson'ın hayatından kesitler okurken "bu ne biçim hayat böyle?" diyeceksiniz.


Anansi Çocukları, Neil Gaiman
Karanlık, korkutucu ve büyülü dünyalara eğlence, mizah ve samimiyetle bambaşka bir tat kazandıran Neil Gaiman, bu kez okurunu, yeryüzü üzerinde söylenegelen tüm öykülerin sahibi örümcek-tanrı Anansi'nin ve çocuklarının macerasına kulak vermeye çağırıyor. Her şey Şişko Charlie'nin, ölen babasının aslında bir tanrı olduğunu öğrenmesiyle başlar. Bu yetmezmiş gibi Şişko Charlie, Örümcek adında gizemli bir kardeşi olduğunu da öğrenir. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır; insanlar için de, tanrılar için de... Neil Gaiman, 1960 yılında İngiltere'de doğdu. Bugüne kadar pek çok fantazya romanı ve çizgi roman yazmıştır. Sandman serisi, Yıldız Tozu, Amerikan Tanrıları, Kıyamet Gösterisi, Yokyer ve Koralin ve Gizli Dünya yazarın öne çıkan eserlerinden başlıcalarıdır. Hugo, Nebula, Bram Stoker ve Newbery Medal gibi pek çok ödül kazanan yazar, hayranları tarafından edebiyat dünyasının ‘rock yıldızı' olarak görülmektedir. (Hâlâ 1.80 boyundadır ve siyah tişörtler giymektedir.) Neil Gaiman'ın Anansi Çocukları romanı, British Fantasy Society'nin verdiği En İyi Roman ödülüyle Locus dergisinin verdiği En İyi Fantazi Romanı ödülüne değer bulundu.

   
Kar, Orhan Pamuk
Pamuk'un "İlk ve son siyasi romanım" dediği Kar, Türk edebiyatında 1990'ların siyasi atmosferini ele alan, dönemi bütün şiddeti ve çatışmalarıyla anlatan en iyi ve en iddialı romandır. Kars'taki siyasal İslamcılar, solcular, Türk ve Kürt milliyetçilerinin hikâyesini inanç, başörtüsü sorunu, askeri darbeler ve üçüncü dünyada yaşamanın öfkesi ve ümitsizliği üzerinden tartışan Kar'da Pamuk, başka romanlarında da zaman zaman gördüğümüz mizah yeteneğini bu defa sonuna kadar sergiliyor. Kar'ı, romanın yazılış ve yayımlanma süreçlerinin daha önce bilinmeyen ayrıntılarına değinen bir sonsözle birlikte yayımlıyoruz. On iki yıldır Almanya'da sürgün olan şair Ka Türkiye'ye dönüşünden dört gün sonra, bir röportaj için Kars şehrinde bulur kendini. Ağır ağır ve hiç durmadan yağan karın altında sokak sokak, dükkân dükkân bu hüzünlü ve güzel şehri ve insanlarını tanımaya çalışır. Kars'ta ağzına kadar işsizlerle dolu çayhaneler, dışarıdan gelmiş ve kardan mahsur kalmış gezgin bir tiyatro kumpanyası, intihar eden ve türban direnişi yapan kızlar, çeşitli siyasal gruplar, dedikodular, söylentiler, Karpalas Oteli ve sahibi Turgut Bey ile kızları İpek ve Kadife ve Ka için aşk ve mutluluk vaadi vardır. Kar Türkiye'nin temel siyasi çatışmalarını anlamamız için okunması gereken bir roman.
"Kar zamanımızın okunması gereken temel kitaplarından..." MARGARET ATWOOD
"O ne bir ideolog, ne bir siyasetçi, ne de bir gazeteci. Orhan Pamuk büyük bir romancı." NEW YORK TIMES


Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
Orhan Pamuk'un "En renkli ve iyimser romanım" dediği Benim Adım Kırmızı, yazarın dünyada şimdiye dek en çok satan romanı oldu; Fransa ve İtalya'da yılın kitabı seçildi, dünyada bir romana verilen en prestijli ödüllerin başında gelen Uluslararası IMPAC Dublin ödülünü kazandı. Eski resim sanatımız, Doğu ve Batı'nın dünyayı görme biçimleri, aşk ve ölüm hakkında unutulmaz bir tarihi roman olan bu çağdaş klasiği, ilk yayımlanışından 15 yıl sonra, yazarın sonsözü ve kapsamlı bir sanat-tarih kronolojisiyle birlikte sunuyoruz. Benim Adım Kırmızı, hem Orhan Pamuk'un en çok dile çevrilen ve en çok hayranlık duyulan eseri hem de modern edebiyat tarihimizin dünyada en çok okunan kitabı. Orhan Pamuk'un "en renkli ve en iyimser romanım" dediği Benim Adım Kırmızı, 1591 yılında İstanbul'da karlı dokuz kış gününde geçiyor. İki küçük oğlu birbirleriyle sürekli çatışan güzel Şeküre, dört yıldır savaştan dönmeyen kocasının yerine kendine yeni bir koca, sevgili aramaya başlayınca, o sırada babasının tek tek eve çağırdığı saray nakkaşlarını saklandığı yerden seyreder. Eve gelen usta nakkaşlar, babasının denetimi altında Osmanlı Padişahı'nın gizlice yaptırttığı bir kitap için Frenk etkisi taşıyan tehlikeli resimler yapmaktadırlar. Aralarından biri öldürülünce, Şeküre'ye âşık, teyzesinin oğlu Kara devreye girer. İstanbul'da bir vaizin etrafında toplanmış, tekkelere karşı bir çevrenin baskıları, pahalılık ve korku hüküm sürerken, geceleri bir kahvede toplanan nakkaşlar ve hattatlar sivri dilli bir meddahın anlattığı hikâyelerle eğlenirler. Herkesin kendi sesiyle konuştuğu, ölülerin, eşyaların dillendiği, ölüm, sanat, aşk, evlilik ve mutluluk üzerine bu kitap, aynı zamanda eski resim sanatının unutulmuş güzelliklerine bir ağıt.
"Türk romancısı Orhan Pamuk, Avrupa'ya roman nasıl yazılır, gösteriyor." FRANKFURTER ALLGEMEINE

İstanbul & Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk
Orhan Pamuk İstanbul'da, hayatının ilk yirmi iki senesini bir büyüme ve olgunlaşma romanına dönüştürüyor. Yazarın çocukluğu ve ilkgençliğinin hikâyesi ve aile tarihiyle İstanbul'un bir imparatorluk başkentinden 20. yüzyıl başlarında yıkıntılarla ve hüzünle dolu bir şehre dönüşmesinin hikayesi olan İstanbul – Hatıralar ve Şehir, yalnızca Pamuk'un bir İstanbul yazarı olarak ününü sağlamlaştıran kitabı değil, aynı zamanda tüm dünya edebiyatında bir şehrin ruhu hakkında yazılmış en derin kitaplardan biri. Pamuk çocukluk ve gençliğini anlatıyor... "Ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan yalnızlığımdan telaşa kapılıyor, içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat tarzı olmasından korkarak herkes gibi olmaya karar veriyordum: On yedi on sekiz yaşlarımda bir dönem herkesi güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen bir cemaat adamı gibi gözükmeyi başardım... Herkesin kafayı fazla takmadan yaptığı şeyleri yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra da poz yaptığım için kendimden nefret etmem gerekiyordu?" Yazarın kendini "ben" olarak ilk hissedişinden, annesine, babasına, ailesine yönelen hikâye, bir hüzün ve mutluluk kaynağı olarak İstanbul sokaklarına açılıyor. Günümüzün büyük romancısının gözünden 1950'lerin İstanbul sokaklarını, parke taşı kaplı caddeleri, yanıp yıkılan ahşap konakları, eski bir kültürün yok oluşuyla, onun külleri ve yıkıntıları arasından bir yenisinin doğuşunun zorluklarını keşfederken Pamuk'un ruhsal dünyasının oluşumunu da bir dedektif romanı okur gibi, hızla izliyoruz... Bu özgün ve benzersiz eserde, okurken elden bırakamadığımız kitaplara has o ruh ve duygu birliği var. Orhan Pamuk'un, Ara Güler başta olmak üzere İstanbul'un büyük fotoğrafçılarının çektiği on binlerce kareden ve kendi kişisel albümünden seçtiği fotoğraflar hikâyeye eşlik ediyor.
"Şimdiye kadar bir şehir hakkında yazılmış en unutulmaz, en hüzünlü ve en muhteşem kitap." THE SAN DİEGO UNİON-TRİBUNE
"Sayın Orhan Pamuk, İstanbul'u Dostoyevski'nin St. Petersburg'u, Joyce'un Dublin'i ve Proust'un Paris'i gibi dünyanın her köşesinden okurların kendi hayatlarını yaşar gibi tanıyıp, bir ikinci hayat sürecekleri vazgeçilmez bir edebi şehir yaptınız!" NOBEL KOMİTESi BAŞKANI HORACE ENGDAHL


Öteki Renkler & Seçme Yazılar ve Bir Hikaye, Orhan Pamuk
Öteki Renkler, Orhan Pamuk'un "Pencereden Bakmak" adlı hikâyesiyle, 1980'lerin sonundan 1990'ların sonuna dek yurtiçi ve yurtdışında çeşitli dergilere yazdığı yazılardan, yaptığı söyleşilerden, günlük parçalarından, yerli ve yabancı birçok yazar üstüne yazdıklarından ve politik makalelerinden oluşan zengin bir seçki. Yazarın romanlarını sevenler için onu daha yakından tanıma, yazara yabancı olanlar içinse Pamuk'un dünyasına iyi bir giriş sayılabilecek Öteki Renkler, yıllar boyunca tekrar tekrar dönülüp okunacak bir kitap. Pamuk kişisel ve edebi dünyasını okurlarına içtenlikle açıyor... Öteki Renkler Orhan Pamuk'un çocukluk anılarından mutluluk saatlerine, romanlarını nasıl yazdığından gezi notlarına, sevdiği yazarlar ve kitaplar hakkındaki eleştirilerinden kişisel itiraflarına, şikâyetlerine, siyasi öfkelerine, kültür ve gündelik hayat konusundaki heyecanlarına uzanıyor ve yazarın yalnız romanda değil, düzyazıda da ne kadar usta olduğunu kanıtlıyor. Kaleme aldığı makalelerden, tuttuğu defterlerden, verdiği röportajlardan yapılan bu titiz seçmede, Pamuk kızı Rüya ile olan arkadaşlığını, sigarayı bırakışını, gençlik bunalımlarını, günlük hayatını, sinema zevkini, Boğaz yangınlarını, bildiği İstanbul'u, yalnızlık ve mutlulukla ilgili takıntılarını, toplumun ve kendisinin korkularını ve paranoyalarını anlatıyor. Yazar kitabında ayrıca Dostoyevski'den Tanpınar'a, Kemal Tahir'den Oğuz Atay'a pek çok yazarı ve kitaplarını tartışıyor; roman kuramı, Doğu ve Batı, milliyetçilik ve Avrupa üzerine düşüncelerini açıyor. Nişantaşı'nda geçen ve bir çocuğun gözünden anlatılan "Pencereden Bakmak" adlı uzun hikâye ile birlikte bu kitap, Orhan Pamuk'un Nobel Ödülü'ne uzanan başarılı yolculuğunda renkli dünyasına ışık tutuyor.
"Pamuk yaşayan en büyük yazar." LE POINT
"Pamuk dünyanın en iyi yazarlarından biri." THE NEW STATESMAN


Robert Capa'yı Beklerken, Susana Fortes
Bir yandan savaşın acımasızlığına tanıklık ederken bir yandan da aşkla ve fotoğrafla direnenlerin hikâyesi 20. yüzyıl savaşlarının en çarpıcı görüntülerini insanlığın belleğine kazıyan fotoğraflar için deklanşöre basan kişidir Robert Capa. Bir efsane isim. Bu efsaneyi yaratan da tutkulu bir aşktır. Capa'nın yoldaşı ve meslekdaşı Gerda Taro ile yaşadığı maceralı ilişki. Ama kendini ona en yakın hissettiği zaman Hanoi'nin birkaç kilometre uzağında, Doai Than yolunda olduğu andı. Capa uzun zamandır hiçbir şey hissedemeyinceye dek içerek ciğerlerine zarar veriyor, artık onsuz yaşamaktan bıkmış, öldürülmek için imkânsızı uyguluyordu. Sıcaklık, nem, tahtakurularıyla dolu sefil oteller, seher güneşinin altındaki pirinç tarlalarının parıltısı, balıkçıların tarlaların üzerinde dalgalanan sallanan sandalyelerinin kırılgan sırıkları, toprak yollarda yalın ayak pedal çeviren genç kızların salyangozları andıran şapkaları, dağların taze yeşili, bir pagodanın altın rengi sivri kuleleri, buzlu çay termosu, uçakların uğultusu, uzun çalıların arasında dolanan, dört bir yandaki Viet Minh askerleri. Giuseppe de Santis'in filmi gibi ‘Acı Pirinç' adını taşıyan röportajı için son fotoğrafları çekmek üzere jipten atladı. Hendeğin öbür tarafında ilerleyen adamların ters ışıkta fotoğrafını çekmek üzere taze çimlerin yumuşak yamacına yavaşça, ayaklarını basmadan, çıktı ve birden, deklanşöre basmasıyla, klik, dünya parçalara ayrıldı. Doai Than'da. Hanoi'de.


Kızıl Ölümün Maskesi, Edgar Allan Poe
Poe'nun düşünen insanların hayranlığını fethetmesi, ününe neden olmuş bu maddi mucizelerinden değil, güzellik sevgisinden, güzelliğin uyumlu koşullarını bilmesinden, derin ve dertli, yine de inceden inceye işlenmiş, kristal bir mücevher gibi parlak ve düzgün şiirinden, bir zırhın halkaları gibi sıkı, kibar ve titiz ve en hafif bir niyetin okuru istenen hedefe doğru yavaşça itmeye yaradığı katıksız ve tuhaf, hayranlık verici üslubundan ve nihayet, özellikle bu çok özel deha sayesinde ahlaki düzendeki istisnayı kusursuz, şaşkınlık verici, dehşetli biçimde betimlemesini ve açıklamasını sağlamış olan bu eşsiz mizacından kaynaklanır. Yüz yazar arasından bir örnek alırsak Diderot kanlı canlı bir yazardır; Poe ise, sinir sisteminin yazarıdır, hatta daha fazlasıdır – tanıdıklarımın en iyisi. Baudelaire
Edgar Allan Poe bu dünyada âdeta bir sürgün gibi yaşadı. Dehanın getirdiği uyumsuzluk eksik olmadı yaşamından. Hiçbir maddi güç ya da statü de bu uyumsuzluğun üstesinden gelemedi. Ne var ki Poe'yu Poe yapan da bu: Öykülerinde insanın karanlık yanlarına, sıkışmışlığına, tuhaflığına, zaman zaman duyduğu çaresizliğe gözünü kaçırmadan bakan Poe, okurlarından da aynı cüreti bekliyor. Kızıl Ölümün Maskesi, Tomris Uyar'ın seçtiği öykülerden oluşuyor. Onun çevirilerinin özenini, sağduyusunu, inceliğini okurları biliyor. Bir Tomris Uyar çevirisinin değerini bilmenin önemini göstermek, günyüzüne çıkmasını sağlamak da gerek.


Edebiyat Ölmelidir!, Enver Aysever
Okuma Eylemi ve Yazınsal Serüven Üstüne
Pek çok uyarıcının yanı sıra, yeni medya olanakları ve toplumsal sorunlar içinde savrulan günümüz insanı… Ucuz söylemlerin, sıradan bir "dil"in esir aldığı ve neredeyse zekâmızla dalga geçen bir edebiyat dünyası… Yeniden aynaya bakmak için edebiyat ölmelidir!


Nasıl Yazar Olunur?, Enver Aysever
Yazarların Gizli Sokaklarına Yolculuk
Yazarlar bir başka "memleket"in insanları. Onların sokaklarında dolaşmak biraz cesaret isteyen, cesaret istediği kadar da keyifli bir
eylem. Kimsenin okumaya vakit bulamadığı, herkesin yazmak istediği bir dönemde sır kapısını aralayan bir kitap! Okumak, yazmak, yazarlık için yepyeni sorular…


Katilin Şahidi, Algan Sezgintüredi
Vedat Kurdel. Özel dedektif. Ortağı Tefo ile birlikte önemli cinayet vakalarının çözümüne imzasını gururla attı. Şimdilerde boynuzlu eşler hayrına sokak arşınlıyor. Sıkkın. 31 Aralık 2011 akşamı, çöpçatanlık kokan bir yılbaşı gecesi geçirmek üzere elinde hindi, asansör çalışmadığı için merdivenlerden inerken kafası karışık. Derken dört el silah sesi… Hayat böyledir işte. Doğru zamanda doğru yerde bulursunuz kendinizi ya da doğru zaman ve doğru yer sizi bulur… Sesler hemen şu daireden geldi. İçerde vücuduna istavroz şeklinde nişan alınmış kurban yatıyor. Katil içeride değil, kapıdan çıkmadığına bizzat Vedat şahit. Katil nerede? Polisin gelmesiyle birlikte apartmana giriş çıkışlar kapatılır ve yılbaşı gecesi olması dolayısıyla da anlam taşıyan Papaz Kaçtı partisi başlar… Vedat kafasında kuyrukları birbirine isabet etmeyen tilkilerle, Tefo ise rasyonalize etmedeki ustalığıyla bu macerayı felsefi sorgulamalarla dolu, gündelik hayata ve insan doğasına göndermeler yapan, mizah dolu bir polisiye şenliğe dönüştürüyor.
"Algan Sezgintüredi, dile hakimiyet konusunda kendine ait bir yerde durur, Türkçeye kaptırıp gider. Bu meziyetini çok cana yakın ve inanılır karakterleri, sağlam olay örgüsü ve esprisiyle birleştirince, "Katilin..." diye başlayan dizisi de kendine ait bir yerde duruyor. Ama benim için Vedat ile Tevfik'in maceralarını asıl vazgeçilmez yapan, Algan'ın dil ustalığına ve cüretkârlığına eşlik eden enfes çağrışımlarıdır... Okumuş muydunuz? İşte bir tane daha. Hiç okumadınız mı? Pes! Hemen başlayın." Sevin Okyay


Amras - Watten, Thomas Bernhard
Thomas Bernhard'ın "taşralılık-yurt çatışması", "intihar", "delilik" gibi karakteristik temalarını işlediği, erken dönem eserleri olarak görülebilecek Amras (1964) ve Watten (1969) başlıklı iki anlatısı bir arada. Amras'ta bir Innsbruck trajedisi konu alınıyor: "Tirol sarası"ndan mustarip annenin krizlerinden kaçışı sürekli kumarda arayan bir baba, ailenin bütün servetini kumarda kaybedince artık hayat dayanılmaz bir noktaya varıyor ve iki oğlu ile birlikte ailecek intihar etme kararı alıyorlar. İntihar girişiminden sonra hayatta kalabilen iki erkek kardeş –biri doğa bilimleri eğitimi almış Karl, öbürü müzik eğitimi almış, annesi gibi sara hastası olan Walter– dayıları tarafından kapatıldıkları yıkık dökük bir kulede toplumdan yalıtılmış bir hayat sürüyorlar. Biz ve ben kipi arasında salınan anlatı gotik bir dekorda yoğun, ritmik, şiirsel bir dilin kılavuzluğunda ortadan ikiye kesilmiş bir ikizlik sonatı besteliyor. Watten'deyse Güney Tirol'e özgü bir iskambil oyunu olan "watten" odağında bir anlatı kuruyor Thomas Bernhard. Yasadışı morfin kullanımı yüzünden muayenehanesi kapatılan bir doktor (ben-anlatıcı) ile kamyoncu arasında geçen diyalog bir tür watten oyununun dil aracılığıyla oynanan ve anlatıya dönüşen hali olarak aktarılıyor. Doktor, watten oynamanın bir kurtuluş olmadığını söylerken ülkenin, toplumun bireyi kurtaramadığı gerçeğinin de altını çiziyor: "Sizin de bildiğiniz gibi her şeyin büyük şenliklerle ahmaklığa teslim olduğu bizimki gibi bir ülkede uzun süre yaşayınca, kısa zaman sonra tercih hakkımız kalmaz. Beyin bu ülkede tamamen yersizdir, işsizdir."


Peri Gazozu, Ercan Kesal
"Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor. Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: ‘Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.' Bu kadar." Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne-baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine… Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle başetmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine… "Alışmaya" direnen bir hekimin gözüyle. Taşranın sıcak kucağı ve serin kasveti üzerine… Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladının gözüyle. Türkiye'nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi… Kalbi avucunda birinin gözüyle. Ercan Kesal'dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikâyeleri.


Malafrena, Ursula K. Le Guin
Ursula K. Le Guin'in 1979'da kaleme aldığı Malafrena, yazarın diğer bazı öykülerinden tanıdığımız hayali ülke Orsinya'da geçiyor. Fakat yazarın diğer romanlarında da olduğu gibi, mekân hayali olmasına rağmen resmedilen ortam ve ele alınan meseleler son derece gerçekçi. Sansürün insanları susturduğu, kısıtlamaların her türlü muhalefeti engellediği, iktidarın katı ve kati bir hal aldığı bir ülke Orsinya. Malafrena Vadisi'nde ailesiyle birlikte yaşayan başkahraman İtale Sorde, işte tam da bu koşullarla mücadele etmek üzere güvenli aile toprağını terk edip siyasi çalkantıların hüküm sürdüğü başkente gidiyor. Amacı, devrimci idealleri doğrultusunda toplumun özgürleşmesine katkıda bulunmak — ama tüm iyi niyetine rağmen bunun hiç de kolay olmadığını öğreniyor. Özgürlük, devrim, ideallerle gerçeklik arasındaki kaçınılmaz çatışma ve bu çatışmanın getirdiği hayal kırıklığı, aşk, kimlik arayışı ve aidiyet gibi temaların öne çıktığı Malafrena, Le Guin'in sadece fantastik edebiyatta değil gerçekçi edebiyatta da usta bir yazar olduğunu kanıtlayan bir roman.


Tamirci, Bernard Malamud
1905 devriminden sonra ve Rusya'nın son çarının devrilmesinden önce, 1911 yılında Kiev, "vahşi hurafeler ve gizemci görüşlerle dolu bir Ortaçağ şehri"dir. Kentin her yerinde Yahudi düşmanlığı kol gezmektedir. On iki yaşında bir Rus çocuğu bıçaklanarak öldürülmüş ve vücudundaki bütün kan akıtılmış halde bulununca, Yahudiler ayin niteliğinde bir çocuk cinayeti işlemekle suçlanırlar. Elinden her iş gelen tamirci Yakov Bok cinayetten tutuklanır ve mahkemeye çıkarılmadan hapse atılır. Yapılan suçlamalar çeşitlenip çoğalır ve halkın konuya olan ilgisi tamircinin ıstırabını gitgide yoğunlaştırırken, beraat ihtimali, hüküm giyme ihtimali kadar dehşet vermeye başlar. 1966'da yayımlanan Tamirci, Bernard Malamud'a hem bir Pulitzer Ödülü, hem de ikinci Ulusal Kitap Ödülü'nü kazandırmıştır.
"Malamud'un olağanüstü yeteneklerinden biri daima, gerçek dünyayı bir seviye yukarı çıkarıp metafizik fantezi âlemine dahil edebilmesi olmuştur. Diğeri ise yaşamı, yaşamları ciddiye almak."  Malcolm Bradbury
"Tamirci, Saul Bellow ve Philip Roth'un Büyük Yahudi-Amerikan Romanları arasında yer almayı hak ediyor." - Independent


Benden Bu Kadar, Roald Dahl
Olağanüstü yalın ve akıcı bir dille, şaşırtıcı bir kurguyla, tuhaf ve irkilticiliğiyle gülünç arasında gidip gelen konularıyla usta bir öykü yazarı Dahl. Bu kitabındaki öykülerinde, İkinci Dünya Savaşı'nda görev alan pilotların yaşamlarından eğlenceli kesitler yer alıyor. Kendisi de bir savaş pilotu olan ve Libya Savaşı'nda ağır yaralanan yazar, kendisinin ve arkadaşlarının Libya'da, Yunanistan'da ve Suriye'da başlarından geçenleri trajik ama mizah dolu bir dille öykülerde dile getiriyor.


Gölge Oyunu & Ray Bradbury Anısına Yepyeni Öyküler, Mort Castle,Sam Weller
RAY BRADBURY… Bu ismi duyduğunuzda neler hayal ediyorsunuz? Mars'a giden uzay gemileri ya da merkezinde dünya dışı gösterilerin sahnelendiği tuhaf sirkler görebilirsiniz. Belki de kitapların yakıldığı distopik bir geleceğe tanıklık ediyorsunuzdur… veya dövmelerin insan vücudu üzerinde hareket ettiği sıradışı bir gösteriye. Ya da belki de, aniden zamanda geriye gidip küçük bir Amerikan kasabasına, havanın yaz kokularıyla dolduğu ve hayatın neredeyse kusursuz olduğu bir zamana dönüyorsunuzdur… neredeyse. Emsalsiz bir hikâye anlatıcısı, imkânsızlıklar şairi ve Amerika'nın en sevilen yazarlarından biri olan Ray Bradbury, olağanüstü kariyeri yetmiş yıla yayılan bir edebiyat devidir. Şimdi, bugünün en farklı ve meşhur yazarlarından yirmi altı tanesi bu ustayı onurlandırmak için sizlere yeni kısa hikâyeler sunuyor.
"Gölge Oyunu, Ray Bradbury hayranları için olduğu kadar, zengin hayal gücü barındıran, ustaca işlenmiş, şaşırtıcı derecede özgün ve sarsıcı kısa hikâyeler okumaktan hoşlanan tüm okurlar için de sahipsiz bir hazine. Ramsey Campbell, Harlan Ellison, Margaret Atwood, Neil Gaiman, Audrey Niffenegger ve Kelly Link gibi ünlü isimlerin karanlık fantastik kurgularını tanıyan hiç kimse onları bu derlemede gördüğüne şaşırmaz; fakat aralarında Dave Eggers, Jacquelyn Mitchard, Dan Chaon, Bonnie Jo Campbell ve Julia Keller'ı da görmek bir çeşit sürpriz sayılır. Hepsi de birer Ray Bradbury hayranı, hepsi de çok yetenekli." Joyce Carol Oates
"Hiç kuşkusuz Ray Bradbury hem bu çağın hem de tüm çağların en büyük ve en yaratıcı yazarlarından biridir. Hârikulade hikâyelerden oluşan Gölge Oyunu, Amerika'nın usta hikâye anlatıcısı için kusursuz bir övgü." Stan Lee


Stone Arabia & Bir Rock'n Roll Romanı, Dana Spiotta
Bu öyle bir şey ki... bir insanı bütün ömrün boyunca tanımışsın aranızda ne bir ilk izlenim, ne baştan çıkarma girişimleri, ne de insanların yavaş yavaş birbirini tanıması diye bir şey yaşanmış" diye tanımlıyor kardeşler arasındaki ilişkiyi Denişe. "Bizimkisi, tamamıyla bilmek, bazen çok fazla şey bilmek durumuydu." O ve şimdilerde kırklı yaşlarını süren Nik için kardeşlik, hayatlarındaki en önemli ilişki oldu. Nik her zaman bir sanatçıydı. Kendini bildi bileli bir sanatçı olmuştu, bir an için . bile kendini sorgulamamıştı. Sanatıyla onaylanmak, geniş kitlelere seslenmek gibi bir amacın peşinde olmadı. Sadece kendisi için üretiyor ve kendi alternatif tarihini yazıyordu. Denişe ise her zaman onun en tutkulu, en sadık ve bazen de tek hayranı oldu. Arkadaşları ölürken, anneleri hafızasını kaybederken ve dünya tekinsiz bir geleceğe doğru her gün bir adım daha savrulurken, Denişe ve Nik'in Tarihsel Kayıtlar'ı da kendi kaderlerini tamamlamak için yazılıyordu. Dana Spiotta, Stone Arabia'da yaratıcılığın ta kendisine adanmış bir ömrün izini sürerken, dünyanın cümbüşü içinde kapanılan müzik dolu bir mabedin kapılarını aralıyor.


Türkiye'de Çin'i Düşünmek & Ekonomik, Siyasi ve Kültürel İlişkilere Yeni Yaklaşımlar, Selçuk Esenbel,İsenbige Togan,Altay Atlı
Türkiye ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki resmi ilişkiler 1971 yılında tesis edilmiş olsa da Türkler ile Çinliler arasındaki ilişkiler yüzyıllar, hatta binyıllar öncesine dayanıyor. Ne var ki kısa bir süre öncesine kadar, Türkiye ile Çin birbirlerine hem fiziksel hem de düşünsel olarak bir hayli uzakta dururken, son dönemlerde bir yakınlaşma olduğunu ve ilişkilerin her alanda hızla geliştiğini görüyoruz. Ancak bizler Çin'i ne kadar tanıyoruz? Çin ile ilgili olarak ülkemizin ihtiyaçlarına yönelik bilgi üretme konusunda henüz istenilen aşamaya gelemediğimiz bir gerçek. Üniversitelerimizde Çin üzerine uzmanlaşan öğretim üyesi ve araştırmacıların sayısı parmakla sayılabilecek kadar az. Farklı disiplinlerden akademisyenleri bir araya getirerek, Türkiye ile Çin arasındaki ilişkileri farklı açılardan ele alan bu kitap, Çin'e odaklanan genç akademisyenler ile duayen hocaları buluşturan bir çalıştayın ürünü olarak ortaya çıktı.


Tekinsiz Kitap, Jeremy Dyson
Bir kitaptan korkmak tuhaf. Belki de değildir. Kitaplar kudretli nesneler nihayetinde. 2009 yılında bir gazeteci İngiltere'nin farklı yerlerinden derlediği gerçekten yaşanmış hayalet öykülerini kağıda dökmek için elinizdeki kitabın yazarı Jeremy Dyson ile temasa geçer. TEKİNSİZ KİTAP, o ana dek katı bir şüpheci olan Dyson'ın bu öykülerin ardında yatan gerçekleri ortaya çıkarmak üzere çıktığı yolculuğu ve kendisinin de zamanla lanetli bir öykünün parçası haline dönüşmesini anlatıyor UNUTMA, HAYALET DİYE BİR ŞEY YOKTUR. Her sayfada dur ve kendine bunu hatırlat.
"Cesaretin varsa aç!" Independent


Kitaplar ve Sigaralar, George Orwell
Kitaplar, gerçekten de okuyucuların yakınmalarına neden olacak kadar pahalı mıdır? Sıkça sorulan bu sorunun cevabını bu kez George Orwell arıyor. İşe elindeki kitapların envanterini çıkararak başlıyor ve sigaraya harcanan parayla kitaba harcanan para arasında bir kıyas yapıyor. Cevap sizce ne? Kitaplar ve Sigaralar, eleştirmenlik ve sahaflık da yapmış olan Orwell'ın sansu¨rden başlayıp eleştirmenliğin çelişkilerine uzanan geniş bir yelpazede edebiyat camiasına ilişkin gözlemlerinden oluşan makalelerini bir araya getiriyor. Edebiyat du¨nyasına ve bu du¨nyadaki ilişkileri yöneten ve yönlendiren etiğe ilişkin özgün bir bakış açısı sunan Orwell, yazar, eleştirmen ve okurların panoramasını dönemin politik atmosferi eşliğinde değerlendiriyor. "Sahafta çalışırken –eğer sahafta çalışmıyorsanız bu mekanı kafanızda çekici yaşlı beyefendilerin uçsuz bucaksız deri ciltli kitap sayfalarının arasında gezindiği bir tu¨r cennet olarak canlandırmanız ne kadar da kolay– beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin az bulunurluğu olmuştu. İlk baskı zu¨ppeleri, edebiyat sevdalılarından daha fazlaydı; ucuz ders kitapları için pazarlık yapan doğulu öğrenciler onlardan da çoktu; ama en çok yeğenleri için doğum gu¨nu¨ hediyesi arayan kafası karışık kadınlar geliyordu. Örneğin 1897'de çok hoş bir kitap okumuş olan, kendisi için o kitabın bir nu¨shasını bulup bulamayacağınızı soran sevgili yaşlı hanımefendi. Ne yazık ki kitabın adını ya da yazarını hatırlamıyor, tıpkı hangi konuyla ilgili olduğunu da hatırlamadığı gibi; fakat kırmızı bir kapağının olduğunu unutmamış."


Ateş Etme İstanbul, Celil Oker
Uzun süredir herhangi bir vaka almadığı için artık paslanmakta olduğunu düşünen Dedektif Remzi Ünal'ın kapısı nihayet çalındığında, karşısında onun bütün şartlarını koşulsuz olarak kabul eden bir müşteri adayı vardır. Bu kişi, kayıp hemşire sevgilisini arayan genç doktor Kemal Arsan'dır. Bir hafta önce sırra kadem basan hemşire Begüm Kalyon ne telefonlara cevap vermektedir ne de onu bir gören olmuştur. Evinde ise in cin top oynamaktadır. Araştırmalarına kayıp hemşirenin yakın çevresini sorgulayarak başlayan Remzi Ünal, onun bir şeylerden çok korktuğuna kanaat getirir ve samimi arkadaşlarından birinin evinde saklandığından şüphelenerek oraya gider. Karşısında sıradan bir kayıp vakasını planlı bir cinayet davasına dönüştüren alışılmadık bir manzara vardır: Kalbinden tek kurşunla vurularak öldürülmüş genç bir adamın cesedi. Gördüğü bu manzaradan daha da şaşırtıcı olan şey ise maktulün kimliğidir... Polisiye edebiyatın usta kalemi Celil Oker, Ateş Etme İstanbul romanıyla okurları insan zekâsının sınırlarının test edildiği, sürprizlerle dolu bir maceraya sürüklerken, gerilim ile ince mizahın dâhice harmanlandığı mükemmel bir kurguyla meraklılarının elinden bırakamayacağı bir polisiye serüvene imza atarak gönülleri fethediyor.


Pas, Celal Güngördü
"Çektiğim bunca acı bir yanlış anlamanın mı yüzünden?" dedi Yusuf. Neden bunca yıldır bir hainmişim gibi acı çektim? Bir eylem hangi yoğunlukta zafere adanmışsa, dedi Meryem, yenilgi de o yoğunlukta ihanete odaklanır... Bütün bunların sebebi, insanların kolayına kaçıp her yenilginin nedenini kişilere bağlamasıydı. Bu insanlar için bir kurtuluş yoluydu, bunca hayal kırıklığını bu yolla hazmedebiliyorlardı. Asıl sorun sarsılmaz inançta, katılıkta, kapalılıktaydı; ihanet suçlamasının filizleneceği en uygun iklim bu kelimelerin işaret ettiği yerdeydi. İnsanı bir arada tutan blok dağılırsa ne olur? Bir tür makine olduğu düşünülürse bloğun, dağılmasıyla insanın tüm parçaları özgürleşir ama bu, bloğun himayesinden feragat etme pahasına olur. Parçalar artık yabancı oldukları bir evrenin puslu gerçekliğinde bir başınadırlar; yersiz yurtsuz ve korumasızdırlar.Üç ayrı anlatım tarzıyla Yusuf'un Yusuf'lara, Yusuf'ların Yusuf'a dönüşmesidir Pas'ın konusu. Bu bir dağılma ve yeniden toparlanma halidir. Üç başlangıcı ve üç sonu; üç dili, üç gerçekliği ve üç üslubu vardır metnin. Hangisinden başlarsanız, diğerleri bir düşe dönüşür; neyin düş neyin gerçek olduğuna karar verecek olan ise okurdur. Celal Güngördü bu ilk romanında, tespih tanesi gibi parçalanmış hayatları, kafasını ülkesinde bırakmış mültecileri, yerini apartmanlara bırakmış bahçeleriyle değişen doğayı kurguyla gerçeği iç içe geçirerek anlatıyor.


Gündelik Hayatın Eleştirisi II & Gündelik Hayat Sosyolojisinin Temelleri, Henri Lefebvre
Henri Lefebvre iktidar ilişkilerinin, meta fetişizminin ve yabancılaşmanın her gün yeniden üretildiği, buna rağmen değişimin ve devrimlerin gerçek temeli olmaya devam eden gündelik hayatın eleştirisine odaklandığı üç ciltlik çalışmasının Giriş niteliğindeki ilk cildinin ardından, Gündelik Hayat Sosyolojisinin Temelleri isimli bu ikinci ciltte, konuyu incelemek için gereken yöntem ve teorik kategorileri ele alıyor. İhtiyaçlar ve arzu, düş ve gerçeklik gibi kavramları tartışan Lefebvre, insanların gündelik hayatın sınırlarını ancak devrim anlarında parçalayarak yaşantılarını tarih sahnesine çıkardıklarını, fakat tarihin ve yaşantının denk düştüğü bu momentler dışında gündelik yaşamın kendi içine kapandığını söylüyor. "Dolayısıyla, gündelik hayatı yaşamın kısa kenarı, mütevazı ve iğrenç öğesi olarak mı tarif edeceğiz?" diye soran düşünür, daha bütünlüklü bir bakış açısının peşinde, "parçalı bilimler", felsefeciler, tarihçiler, döneminin yapısalcıları, kültürcüleri ve siyaset bilimcileri ile de tartışıyor. Yabancılaşma, fetişizm gibi meselelere canlılık kazandırdığı bu çalışmasıyla Lefebvre, yalnızca teorinin merkezine gündelik hayatı koymakla kalmıyor, onun aracılığıyla bu disiplinlerin parçalı kavrayışlarını da eleştiriyor. Radikal politika ve sosyal bilimlerin merkezine mekan ve kent sorununu yerleştirdiği için günümüzde daha fazla dikkat çeken Lefebvre'in kuramı kadar, '68 Hareketinde etkin olan düşünce ve eleştirilerin de izi sürülebiliyor.